Yaşlılık Krizinin Eşiğindeki Türkiye: Sigortacılar İçin Yeni Dönem Stratejileri

Türkiye’de sigorta üretiminin sınırlı kalması büyük oranda hayat sigortacılığındaki az gelişmişliğe bağlı. Yani topyekûn bir kapsam sorunundan ziyade yaşamsal risklere ilişkin sınırlı sigorta talebi söz konusu. Bu durum Türk sigorta sektörü için handikap gibi gözükse de önümüzdeki dönemde büyük fırsatlara gebe. Bunun için sigortacılar, sosyal güvenlik anlamında giderek artan teminat açıklarını takip etmeli ve alternatif çözümler üretme imkanını iyi değerlendirmeli.

-Dr. Hasan Meral

Geçen sayıda, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu yaşlılık krizinin sosyodemografik etkilerini açıklamış ve bu anlamda sigortacıların önemli roller üstlenebileceğinden bahsetmiştik. Ancak bu potansiyelin hayata geçirilmesinin, kapsayıcılık, farkındalık ve erişilebilirlik gibi çeşitli başlıklarda yürütülecek doğru stratejilere bağlı olduğunu da belirtmiştik. Bu yazıda, sigortacıların değişen koşullara nasıl adapte olabileceğini tartışacağız.

Öncelikle Türkiye’de sigorta kapsayıcılığına dair temel bir gerçeği vurgulayarak başlayalım. Penetrasyon düzeyine baktığımızda 2022 itibariyle %1,5 seviyesinde olduğunu görüyoruz. Bunun %1,3’ü hayat dışı sigortalardan, %0,2’si ise hayat sigortacılığından geliyor. Türkiye ile benzer gelişen ülkelerde penetrasyon ortalaması %3 düzeyinde, hayat ve hayat dışı branşlar arasında ise daha dengeli bir dağılım var. Bu durum, Türkiye’de sigorta üretiminin sınırlı kalmasının büyük oranda hayat sigortacılığındaki az gelişmişliğe bağlı olduğunu gösteriyor. Bu tespit önemli, zira topyekûn bir kapsam sorunundan ziyade yaşamsal risklere ilişkin sınırlı sigorta talebinden bahsediyoruz.

Bu tabloya dair sigortacılardan gelen en yaygın açıklama “Türk insanı evi, arabası için sigorta yaptırıyor ama hayatı için yaptırmıyor” oluyor. Peki, gerçekten de öyle mi? Türkiye ile benzer penetrasyon oranlarına sahip Hırvatistan, Bulgaristan, Romanya gibi doğu Avrupa ülkelerine baktığımızda, bu ülkelerde de hayat sigortacılığının payının %25’in altında olduğunu görüyoruz. Türkiye de dahil bu ülkelerin bir diğer ortak özelliği sosyal güvenlik sistemi emeklilik ikame oranı anlamında üst sıralarda yer almaları. Bunun tam tersi bir tabloyu sosyal güvenlik kapsamının sınırlı olduğu bazı Asya ülkelerinde görüyoruz. Hindistan, Malezya, Vietnam gibi ülkelerde hayat sigortacılığının payı %75’e ulaşıyor. Demek ki Türkler yaşamsal riskler konusunda Hintlilerden daha az duyarlı değiller. Ancak Türkiye’deki güçlü sosyal güvenlik ortamı sayesinde hayat ve sağlık sigortalarına daha az ihtiyaç duyuyorlar. 

Bu durum Türk sigorta sektörü için bir handikap gibi gözükse de önümüzdeki dönemde büyük fırsatlara gebe. Önceki sayıda açıkladığımız üzere, Türkiye’de nüfus yaşlandıkça sosyal güvenlik sisteminin aktif/pasif dengesi daha da bozulacak ve “reform” başlığı altında sosyal güvenlik faydalarının azaltılması gündeme gelecektir. Doğal olarak sağlık ve emeklilik alanındaki teminat açıkları daha da derinleşecektir. Sigorta sektörü kamunun bırakacağı bu boşluğu tam anlamıyla doldurabilir mi? Teorik olarak evet ama başarıyı uygulamanın kalitesi belirleyecek.

Sigorta sektörünün performansını belirleyecek faktörlerin başında “pazar etkinliği” geliyor. Türkiye’de hayat sigortacılığı, diğer branşlara göre daha steril koşullarda yürütülüyor. Kredi kuruluşlarıyla yapılan uzun vadeli münhasırlık anlaşmaları, hayat sigortası şirketlerine neredeyse tekel piyasası koşullarında faaliyet gösterme imkanı sağlıyor. Ancak bu durum aynı zamanda şirketlerin kredi kuruluşlarına olan bağımlılığını artırıyor; müşteri etkileşimi, marka bilinirliği ve yeni müşteri kazanımı gibi alanlardaki çabalarını olumsuz etkiliyor. Söz konusu durumun en dramatik örneği bireysel emeklilik sözleşmelerinde yaşanıyor. BES katılımcılarının dörtte üçü sözleşme süreleri boyunca bir kez dahi fon değişikliği yapmıyor. Oysa böylesi uzun erimli bir üründe, şirketlerin emeklilik planlaması alanında çok daha etkin bir hizmet sunmaları beklenirdi.

Türk sigorta sektörünün sosyal güvenliği tamamlayıcı rolünü güçlendirmek için atılması gereken bir diğer kritik adım da düzenleyici çerçevenin oluşturulması. Hükümetin kalkınma planları arasında yer alan BES işveren katkısı uygulaması, paydaşlara doğru şekilde anlatılabilir ve başarılı şekilde hayata geçirilebilirse, OKS’nin kapsayıcılığına ve fon yaratma kabiliyetine önemli katkılar yapabilir. Ayrıca tamamlayıcı sağlık ve uzun süreli bakım sigortası gibi ürünler OKS altyapısına entegre edilebilir. Böylece emeklilik ve sağlık alanındaki tasarruf ve teminat açıklarının giderilmesi anlamında önemli bir mesafe kat edilmiş olur.

Sigorta sektörü, Türkiye’nin içinde bulunduğu demografik dönüşüm sürecinin önemli aktörlerinden birisi olabilir. Ancak, kredi kuruluşlarına bağımlı ve rekabetten yoksun üretim modeli, sektörün etkinliğini sınırlamaktadır. Sigortacılar, sosyal güvenlik anlamında giderek artan teminat açıklarını takip etmeli ve alternatif çözümler üretme imkanını iyi değerlendirmelidir. Bu alandaki başarı ancak piyasa etkinliğinin sağlanması ve inovasyonu destekleyen bir düzenleyici çerçevenin oluşturulmasıyla mümkün olabilir. Böylece Türk sigorta sektörü, demografik değişimlere uyum sağlayacak, daha sürdürülebilir ve müşteri odaklı bir yapıya kavuşacaktır.