Prof. Dr. Acar Baltaş: Duygularımız ve Kararlarımız

Her gün çok sayıda karar veriyoruz. Bunlardan bazıları sabah kalkınca ne giyeceğimiz veya gittiğimiz restoranda önümüze konan menüden ne seçeceğimiz gibi sıradan ve hayatımızı etkilemediğini düşündüğümüz kararlar. Bazıları üniversite tercih listesini doldururken hangi mesleği seçeceğimiz veya hayatımızı kiminle birleştireceğimiz gibi çok daha önemli kararlar. Bunlardan farklı olarak işle ilgili toplantılarda alınan kararlar, aile içi sorunların çözümü için verdiğimiz kararlar var. Bir futbol oyuncusunun hareket halindeki arkadaşını topla buluşturma anına veya Sullenberger’in motorları duran uçağı Hudson Nehri’ne indirmesine benzeyen, az veriyle çok kısa sürede alınmış riskli kararlar var. Bütün bunların dışında ise iş hayatında önemli bir yatırım, şirket birleşmesi, rakip şirketin satın alınması veya savaş ilanı gibi sonuçları yine çok önemli ve pek çok etkenin değerlendirilmesi gerektiği kararlar var.

“Beynimizin bilgisayar gibi bir sistematik içinde çalışmamasının iki önemli nedeni vardır. Bunlardan birincisi “kişiliğimiz”dir. Farklı kişilik özellikleri olayları farklı algılamamıza neden olur. Örneğin “tedbirliliği” yüksek birinin “risk” algısı, tedbirliliği düşük birinin risk algısından farklıdır. Bu nedenle satış bölümünde çalışanlar fırsatları, finans bölümünde çalışanlar ise tehlike ve sakıncaları görürler.”

İnsanlar kararlarının akılcı olduğuna inanırlar. Bir iş toplantısında, birinin bir kararla ilgili tartıştığı kişiye, “Duygularının etkisi altında kalarak konuşuyorsun” demesi küçültücü bir ifade olarak algılanır. Hele bu bir kadına söylenirse, çok daha sıkıcı bir durum ortaya çıkar. Bu sözü duyan kişi büyük bir ihtimalle bütün gücüyle, kararının duygusal temellere dayanmadığını anlatmaya girişir.

Zimmerman ve Glouberman adlı iki bilim insanı, insanların karar nedenlerini üç tür farklı sorunun çözümüyle açıklamıştır (1). Basit sorunlar, zor sorunlar ve karmaşık sorunlar. Basit sorunlara örnek pasta veya kek yapmaktır. Zor sorunlara örnek olarak uzaya uydu göndermek veya aya gidip gelmek verilebilir. Karmaşık sorunlara en iyi örnekler çocuk yetiştirmek ve iyi bir beraberlik sürdürmektir.

Kararların alınmasından sorumlu olan insan beyni günümüzde teknolojinin sunduğu modern görüntüleme imkanlarıyla ayrıntılı olarak incelenebilmektedir. Bu incelemenin sonuçları insanın, daha önceleri kabul edildiği gibi akılcı bir canlı olmadığını açık bir şekilde göstermektedir. İlginç olan bilim insanlarının yüksek teknolojiyi kullanarak yıllar içinde vardığı bu sonuç çok az kişiyi hayrete düşürmektedir. Çeşitli topluluklarla yaptığım çalışmalarda, yönelttiğim, “Duygularımız kararlarımızı az mı, orta derecede mi, yoksa çok mu etkiler?” sorusuna, çoğunluğun “çok etkiler” seçeneğinden yana oy kullandığını görüyorum. Bu durumda iki görüşümüz oluyor. Birincisi sıcak olaylar ve duyguların yükseldiği sırada ortaya konan resmi görüş, “Ben duygularımla karar vermedim.” İkincisi ise, baskı altında değilken ortaya koyulan “duygular kararları çok etkiler” görüşü.

Beynimiz bilgisayar değildir

Beynimizin bilgisayar gibi bir sistematik içinde çalışmamasının iki önemli nedeni vardır. Bunlardan birincisi “kişiliğimiz”dir. Farklı kişilik özellikleri olayları farklı algılamamıza neden olur. Örneğin “tedbirliliği” yüksek birinin “risk” algısı, tedbirliliği düşük birinin risk algısından farklıdır. Bu nedenle satış bölümünde çalışanlar fırsatları, finans bölümünde çalışanlar ise tehlike ve sakıncaları görürler. Kişiliğimiz olayları farklı algılamamıza, farklı yorumlamamıza ve doğal olarak da farklı çözümler üretmeye dönük kararlar almamıza zemin hazırlar. Beynimizin akılcı akışını bozan ve yanıltan ikinci önemli neden “değerlerimiz”dir. Farklı değerlere sahip insanlar olayları farklı algılar, farklı yorumlar ve farklı sonuçlara ulaşırlar. Farklı takımları tutanlar, hakem kararlarını farklı değerlendirir, taraftarı oldukları politikacıların icraatlarını farklı görürler. Bu konularda tartışmak sonuç vermez. Tam tersine insanlar ne kadar uzun tartışırlarsa kendi görüşlerini daha çok güçlendirirler.

“Kerametleri kendilerinden menkul bazı kişisel gelişim uzmanları, önemli bir karar verirken “iç sesinize” kulak vermeniz gerektiğini söyler. Bu felakete gitmek için en kestirme yolun tarifidir.”

Rıza’yı ne yapalım?

Şimdi de Heath Kardeşlerin en son kitaplarında yer verdikleri bir vakayı (2) biraz değiştirerek ele alalım. Önemli yazılımlar geliştiren büyük bir kuruluşu yöneten Mustafa, programların içeriğe uygunluğunu denetlemekten sorumlu Rıza’nın işten çıkartılması konusunda karar vermek zorundaydı. Rıza son zamanlarda kendi potansiyelini temsil eden bir performans göstermediği gibi, birçok projede bekleneni karşılamıyordu. Şirkete ilk katıldığı zaman yetenekli ve zeki biri olduğu düşünülmüştü. Özellikle teknik sorunlara düşük maliyetli çözümler getirmek konusundaki başarıları takdir toplamıştı. Ancak sorumluluk almak konusunda çekimser olması rahatsızlık yaratıyordu. Bazıları onun heyecanını kaybettiğini ve memur zihniyetiyle çalıştığını söylüyordu. Rıza son zamanlarda toplantılarda ileri sürülen fikirlere çoğunlukla karşı çıkıyor ve eleştirilerinde alaycılık sınırlarını aşan tarzına hiç dikkat etmiyordu. Bu durum arkasından bolca olumsuz konuşulmasına neden oluyordu.

Rıza’nın işten ayrılmasının şirket açısından, özellikle kısa vadede sıkıntı yaratacağı açıktı. Çünkü şirketin entelektüel sermayesinin önemli bir kısmına sahip bir kişiydi. Bu durumda Mustafa’ya ne önerirsiniz?

Burada durun ve kararınızı kendinize açıklayın. Bu satırları okuyanların tamamına yakını, Rıza’nın geleceğiyle ilgili kararını vermiştir. Bazıları Rıza’yı artık işte tutmanın bir yararı olmadığına, bazıları da Rıza ile “konuşarak” ona bir şans daha verilmesi gerektiğini düşünür. Çok az kişi bu soruya neden muhatap olduğunu, bu ölçüdeki bir bilginin bu konuda karar vermeye yetmeyeceğini söyler. Bunun nedeni yaşamdan biriktirdiğimiz deneyime dayanarak her konuda söyleyecek fikrimiz ve sözümüz olduğuna inanmamızdır. Bilmediğimiz konularda da bize sunulan veriyle eski bildiklerimiz arasında benzerlik kurarak sonuca gitmekte sakınca görmeyiz. Kahneman, insanların çok kere görünürdeki bilgiye çok fazla önem verdiğini, bunun dışında kalmış olanları hesaba katmayıp hızla sonuca vardığını söylemiştir. Bu durumu “ortada olanı görmek” olarak adlandırmış; Heath Kardeşler ise, tiyatroda dikkatimizi yönlendiren bir araçtan hareketle “projektör etkisi” adını vermişlerdir.

Yukarıda anlattığımız örnekten yola çıkarsak; düşük performans, sorumluluktan kaçmak, iş arkadaşlarına yönelik eleştirel ve kırıcı yaklaşımla şekillenen olumsuz tutum, Rıza’nın işine son vermekten yana olanların gerekçeleri olacaktır. Diğer taraftan Rıza’yı tutmak isteyenler onun yetenekli, zeki, düşük maliyetli çözümler üreten, kurumun entelektüel sermayesini temsil eden özelliklerini dile getireceklerdir. Bu özelliklerin hepsi projektörün bize gösterdiği ile, kişilik ve değerlerimize uygun olarak anında verdiğimiz kararın sonucudur. Projektör farklı bir yöne çevrildiğinde sorunun işten çıkartmak konusunda bir kararla sınırlı olmayabileceği ortaya çıkar. Acaba yöneticinin değerlendirmesi ne ölçüde doğrudur? Arkadaşları kendilerinin ötesinde veya dışında olan Rıza’ya karşı bir kıskançlık duyuyor olabilirler mi? Yönetici kurum içi veya kurum dışı bir koçun desteğiyle Rıza’nın performansını parlatabilir mi? Gerçek hayatta da karar verirken çok kere projektörün aydınlattığı alanla sınırlı kararlar veririz ve projektörün yönünü değiştirmeyi çok ender düşünürüz.

Hatalı kararlar

Eğitimli, zeki, deneyimli insanlar sürekli olarak hatalı kararlar verirler. Şirket birleşmeleri ve satın almalarını inceleyen bir araştırma, bu kararların yüzde 83’ünün başlangıçtaki beklentileri karşılamadığını ortaya koymuştur. Bir başka araştırmada 2207 yöneticinin yüzde 60’ı, şirketlerinde verilen isabetli ve isabetsiz karar oranının eşit olduğunu söylemiştir. Oysa iş hayatında kararların, çok sayıda veriyi değerlendiren ayrıntılı analizler sonucunda alındığı düşünülür. Sidney Üniversitesi’nden bir araştırmacı ve McKinsey’den bir yönetici beş yıl içinde alınan 1048 iş kararını, bu kararların alınış süreçlerini ve sonrasında ortaya çıkan sonuçları, gelir, kârlılık ve piyasa payı açısından incelemiştir (3). Bu incelemenin sonunda araştırmacılar, karara katılan ekiplerin büyük çoğunluğunun ayrıntılı finansal modeller içeren, yatırımcıların tepkilerini hesaba katan analizler için hazırlık yaptığını ve özenli bir çalışma içinde olduğunu bulmuştur. Ancak alınan kararın analiz miktarından çok, ekip içinde belirsizliklerin tartışıldığı, farklı düşünenlerin karara katılımının sağlandığı; yani “ilişki” boyutundaki yumuşak (soft) özellikleri içerdiği görülmüştür. Yaptıkları değerlendirme, gelir, kâr ve piyasa payını yükselten doğru kararların verilmesinde sürecin, yani analiz yapmak ve karar vermek için yapılan hazırlığın analizin kendisinden altı kat daha fazla etkili olduğu sonucuna götürmüştür.

Kerametleri kendilerinden menkul bazı kişisel gelişim uzmanları, önemli bir karar verirken “iç sesinize” kulak vermeniz gerektiğini söyler. Bu felakete gitmek için en kestirme yolun tarifidir. Çünkü içinizdeki ses ancak, yetenekli ve takım arkadaşlarıyla uzun bir süredir beraber oynayan bir futbolcuyu veya Schulenberg olayındaki gibi üst düzeyde eğitimli ve kişilik açısından dengeli ve kontrollü bir insanı, binlerce kere provasını yaptığı alanda doğruya götürür.

Sonuç

İçlerindeki ses insanlara yememeleri gerektiğini bildikleri halde yüksek kalorili besinler yedirir, kredi kartıyla kendilerini zor durumda bırakacak harcamalar yaptırır, her yılın başında tutamayacakları sözler verdirir, yürümeyeceği en baştan belli olan ilişkilere sürükler, yüksek getirinin cazibesiyle paralarını dolandırıcılara kaptırtır veya riskli finansal araçlarda kaybettirir. Bu nedenle karar verirken içinizdeki sesin cazibesine kendinizi kaptırmayın. Bunun yerine gerçekten düşünün.

Kaynaklar:

  1. Glouberman, S, Zimmerman, B. Complicated and complex systems. The Future of Health Commision. Kanada: 2002.
  2. Heath, C, Heath, D. Doğru karar. Boyner Yay: 2014.
  3. Lavallo, D, Sibony, O. The case for behavioral strategy. McKinsey Quarterly 2010